Subscribe:

Pages

28 Şubat 2012 Salı

Başbakan yanlış alıntı yapmış





Siyaset / Başbakan yanlış alıntı yapmış


Başbakan Erdoğan'ın grup toplantısında ünlü yazar Oğuz Atay'a ait olduğunu söylediği, "Türk solu geç uyanır çünkü, sabaha kadar içerler" şeklindeki sözlerin başka birine ait olduğu ortaya çıktı.




ANKARA- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bugünkü grup toplantısında, ana muhalefet partisi CHP'yi eleştirirken merhum yazar Oğuz Atay'a ait olduğunu ileri sürdüğü "Türk solu geç uyanır çünkü, sabaha kadar içerler" sözünü kullanmıştı.



Bu sözlerin Oğuz Atay'a ait olmadığı ortaya çıktı. Bu sözler, Oğuz Atay'ın 1975'te yaptığı, "Yarı-aydın çetelerini ve kültür gangsterlerini teşhir edin" çağrısında bir yazara atıfta bulunarak kullandığı sözler...


İŞTE ATAY'IN O YAZISI Oğuz Atay’ın 1975'te yaptığı, “yarı-aydın çeteleri”ni ve “kültür gangsterleri”ni teşhir edin çağrısı...


(...) İlerici, gerici her türlü akımların tekelini ellerinde tutan bir küçük yarı-aydın çetesi, yıllardır kendini yenileme gereğini duymadığı için bugün artık yerini kaybetmemek için ancak bezirgân oyunlarıyla ayakta durmaya çalışmaktadır. Yıllardır halkı ve aydın potansiyelini hor gördüğü için kendini geliştirmek için parmağını oynatmamıştır. Bugün haksız olarak gaspettikleri yerler gerçek sahiplerini beklemektedir. Halkın evrensel ruhuna inanan, onu derinliğine tanımaya çalışan gerçek bir aydın topluluğu bu kültür gangsterlerinin yerini almazsa toplumun, çağın çok gerisinde kalacaktır Türk edebiyatı. Birbirlerine ödül dağıtan, oyunun kurallarını bozmaya cesaret edemeyen bu kuru kalabalık aslında tek bir kütledir; ilericilik-gericilik kavgası görünüşte bir çekişmedir. İlericiler, yerlerinde kalmak için değil namuslu bir sosyalistin, sahtekâr bir bezirgânın yapmayacağı oyunlarla uğraşırlar, kendilerini övenlere pay verirler. 


Ne yazık ki halkın değerlerine sahip çıkmaya çalışanlar da -kendilerine bir isim vermedikleri halde- gerici ya da sağcı denilen ve orta çağın karanlığında yaşayan zavallılardır. Sanat sanat içindir- sanat toplum içindir kısır çekişmesine karşı sanat insan içindir parolasıyla çıktıkları halde insanın, gerçek insanın farkında değillerdir. Gerçekten 'korkak bir karanlık içinde'dirler. Yaşamaktan, eğlenmekten korkarlar. İnsanı, özellikle kadını tanımaktan korkarlar. Dünya nimetlerini çağ dışı boş inançlar yüzünden teperler. Aslında bir ruh hastasının tepkisidir bu; daha doğrusu reddettikleri nimetlere kapılmaktan korkan bozuk ruhların tepkisidir bu. Bu yüzden sosyalizmi ahlâksızlık sanırlar, bu yüzden emperyalizm ile sosyalizmi birbirine karıştırırlar. Allah için bazı sosyalistlerimiz de özel yaşantılarıyla onlara hak verdirecek durumdadırlar. 


Bir sosyalist eleştirmenimizin dediği gibi 'Türk solu geç kalkar, çünkü bir gece önce sabaha kadar içmiştir.' Bu insanlardan Türk halkı artık bir şey beklememeli. Üç kağıtçılıkla ne devrim olur, ne de ümmeti islâm kurtulur. Bunlar 'çürüyen et, dökülen diş' gibidirler. Bayrak yaptıkları inançlarına rağmen, aslında inançsızdırlar. Kim hangi kapıdan ekmek yiyorsa, o kapının kulluğunu etmektedir. Bunlar Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasının kötü bölümü olan kapıkulu kurumunun temsilcileridir. Kendilerine karşı çıkılmasını, haksız yere işgal ettikleri görüşlere karşı hakaret sayarlar. Kendini sosyalist sayan biri, suçunu ortaya dökeni halk düşmanı olarak suçlayarak yavuz hırsızlık oynar. 


Kendini kapitalist olarak ilân eden birinin serveti, fabrikası yoksa böyle birine herkes güler; haydi ordan çulsuz derler, züğürt kapitalist olur mu? Nedense kendisini sosyalist sayanlardan kimse ehliyet sormamaktadır. Olsa olsa 'sosyalizme sempati duyan' yani özel deyimiyle 'sempatizan' sayılması gerekenler ortalığı kasıp kavurmaktadırlar. Sonra solda ve sağda hayli kalabalık olan bu çıkarcı zümre, bütün gösterişine rağmen kim parayı bastırırsa ona hizmet etmektedir. Ele güne karşı, hele sağcılara karşı ayıp olmasın diye de kabahatlar örtbas ediliyor. Kol kırılır yen içinde.'


Artık her yerde, hangi kampın adamı olurlarsa olsunlar bunları teşhir etmenin, önce halka örnek olabilmek için aydının kendisiyle hesaplaşma vakti gelmiştir. Yazarlar da romanında hikâyesinde şiirinde bu hesaplaşmaya girişmelidir. Kendinden korkanlara bir diyeceğimiz yok tabii. (Kaynak: Oğuz Atay, Günlük, İletişim Yayınları, 2. Baskı, S. 134) (Vatan)

Kaynak : http://www.gazeteport.com.tr/haber/81742/basbakan_yanlis_alinti_yapmis#ixzz1nibeV4sb

17 Şubat 2012 Cuma

"Kanlı Pazar'la Yüzleşemedik"


"Kanlı Pazar, Türkiye tarihinde hesaplaşılmayı bekleyen katliamlardan biri. Hatta kitlesel katliamlardan ilki olarak görülebilir... O hesaplaşma yapılabilseydi, belki de bugün Dink davasında bu kadar pervasız olamayacaklardı."
İstanbul - BİA Haber Merkezi
18 Şubat 2012, Cumartesi
"Kitabın sonunda da belirttim, evet Kanlı Pazar bir katliamdır, sorumluları açığa çıkarılmalı ve yargılanmalıdır ancak bu yeni Kanlı Pazarların yaşanmasına engel olmak için yeterli değil..."
16 Şubat 1969'da İstanbul'a demirleyen 6. Filo'ya karşı "Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü" düzenleniyor. Beyazıt'tan Taksim'e yapılacak yürüyüşe düzenlenen saldırıda onlarca kişi yaralanıyor, Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan öldürülüyor...
"Geliyorum" diyen katliam, Kanlı Pazar adıyla tarihe geçiyor...
43. yıldönümünde "Kanlı Pazar, 1960'lar Türkiyesinde İslamcılar, milliyetçiler ve sol" isimli kitabın yazarı SosyologMustafa Eren'le hem o günü hem de o günü hazırlayan nedenleri ve sonuçlarını konuştuk.
Eren, Kanlı Pazar'la hukuki ve siyasal olarak bir yüzleşme yaşanması gerektiğini söyledi ve ekledi:
"Bu hesaplaşma 1960'lı yıllarda ortaya çıkmış olan siyasal kimliklerin kendilerine de yönelmek zorunda. Kanlı Pazar'a ve Kanlı Pazar özelinde 1960'lı yıllara bakıldığında milliyetçilerin ve İslamcıların olduğu kadar solun da bir muhasebe yapabilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Kanlı Pazar'ı yazma fikri nasıl oluştu? Neden bu kadar geçmişte kalmış bir olayı ve onun ardında yatan nedenleri araştırmak istediniz?
Siyasal tarih ilgi alanlarımdan biri. Üniversitede lisans bitirme tez konum da Kanlı Pazar'dı. Sonradan danışman hocamın da teşvikiyle "Neden kitap olmasın" diye düşündüm ve ortaya bu kitap çıktı.
Bir başka konuyu değil de Kanlı Pazar'ı tercih etmemin nedeni ise üzerine ciddi bir araştırma yapılmamış olması. Kanlı Pazar hakkındaki tek kitap 1960'lı yıllarda Komünizmle Mücadele Derneği yöneticiliği yapmış olan İlhan Egemen Darendelioğlu'na ait. O da "kanlı" değil, "şanlı" pazar denilmesi gerektiğini savunuyor zaten.

"Gerilim, gazete manşetlerinden takip edilebilir"

Kanlı Pazar'ın oluşumunu, o gün neler olduğunu kısaca anlatabilir misiniz? Organize bir hareket olduğunu söylüyorsunuz, bundan bahsedebilir misiniz?
Kanlı Pazar 16 Şubat 1969 tarihinde gerçekleşiyor. 1960'lı yılların ikinci yarısından itibaren her gelişi tepkilere neden olan Amerikan 6. Filo'su Şubat ayında İstanbul'a tekrar geliyor. Dolmabahçe açıklarına demirliyor. Daha 6. Filo gelmeden dönemin sol/sosyalist gençlik örgütlerinden 22 tanesi bir araya geliyor ve 6. Filo'nun İstanbul'da demirli bulunduğu süre içerisinde eylemlilikler yapma kararı alıyor. Bu 22 örgütün sayısı daha sonra 70'i aşıyor.
Yapılması planlanan eylemlerin sonuncusu ise 16 Şubat tarihinde Beyazıt'tan Taksim'e düzenlenecek "Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü."
Sol/sosyalist kesimlerin düzenlediği basın açıklamaları, pankart asma, İstanbul'un bir çok semtinde geceler düzenleyip konuşmalar yapma, Amerikan askerlerinin görüldüğü yerlerde keplerinin alınması, üzerlerine boya atılması gibi eylemler sürerken sağ, milliyetçi-mukaddesatçı kesim ise sola karşı giderek tırmandırdığı bir gerilim yaratıyor.
Bu gerilimi gazete manşetlerinden gün gün takip edebilmek mümkün. Kitapta bu gazete manşetlerine de yer verdim zaten. Sol 16 Şubat günü yürüyüşe hazırlanırken sağ da 16 Şubat günü atılan gazete manşetlerindeki "Kızılları Boğmanın Vakti Geldi", "Ya Tam Susturacağız Ya Kan Kusturacağız" başlıklarındaki ruh haliyle kendi hazırlığını yapar.
16 Şubat günü Beyazıt'tan başlayan yürüyüş Taksim'e vardığında sağcıların saldırısına uğrar ve iki kişi yaşamını yitirirken onlarca kişi yaralanır. Bu saldırının fotoğraflarını da kitapta bulabilmek mümkün. Fotoğraflara bakıldığında saldırının büyüklüğü ve vahşeti de daha çarpıcı bir şekilde anlaşılabiliyor.
Bu saldırının organize olduğu, sağcı kitleye sopalar dağıtıldığı, hatta bu sopaların dağıtıldığı araçların plakaları dahi katliamın hemen sonrasında, yürüyüşü düzenleyenler tarafından açıklandı. Ancak daha çarpıcı açıklamalar yıllar sonra, o dönem sağcı gençlik içerisinde yer alan Yaşar Okuyan'dan geldi.
Okuyan, solcuların düzenlediği bu yürüyüşe saldırı için Milli Türk Talebe Birliği'nde (MTTB) toplantılar düzenlendiğini, kamyonlarla sopalar dağıtıldığını, saldırıya katılanlara yanlışlıkla birbirlerine saldırmasınlar ve daha da önemlisi polis onları yanlışlıkla gözaltına almasın diye yakalarına takmaları için mavi kurdeleler dağıtıldığını açıkladı. Yıllar sonra açığa çıkan bilgilere de bakıldığında bu saldırının organize olduğu çok daha açık görülebiliyor.
Bu organizasyonun arkasında kimler vardı, nasıl bir organizasyondu?
Elbette bu organizasyonun uzandığı yerleri söyleyebilmek mümkün değil. Ancak bu gelişmelerin içerisinde yer alan kurumlara ve sonrasında yaşanan pervasızlığa bakarak fikir edinebilmek mümkün.
Okuyan, saldırı için toplantının MTTB'de yapıldığını belirtiyor. MTTB, o dönemde İslamcı gençliğin ağırlığının olduğu bir kuruluş. Çarpıcı olan o dönem Abdullah Gül'ün de MTTB içerisinde etkin olması...
Recep Tayyip Erdoğan, Kanlı Pazar'ın gerçekleştiği yıl daha 15 yaşında. Ancak o da MTTB'nin ortaöğrenim kolu içerisinde faaliyet yürütüyor.
Dönemin MTTB yöneticisi ise İsmail Kahraman. O da Refah Partisi döneminde Kültür Bakanlığı yapmış bir isim.  MTTB içerisinde yer alan pek çok isimle daha sonra Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) içerisinde karşılaşmak mümkün.
AKP'nin iktidara geldiği Kasım 2002 seçimlerinin ardından Meclis'in yüzde 50'sinden fazlasının MTTB geçmişi olduğu açıklanmıştı. Hem bu açıklamaya, hem de öne çıkan isimlere kitapta yer verdim.
MTTB'nin yanı sıra öne çıkan bir diğer kuruluş da Komünizmle Mücadele Dernekleri. Yaşar Okuyan, bu derneğin de olayların içerisinde olduğunu belirtiyor. Zaten bu derneğin genel başkanlığını yapan İlhan Egemen Darendelioğlu'da "Şanlı Pazar" diyor yaşananlar için.
Dönemin üzerinde durulması gereken bir diğer sağcı yapılanması da "Komando Kampları." Daha sonra Milliyetçi Hareket Partisi adını alacak olan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi örgütlüyor bu kampları.
İlk defa 1968'de Türkiye'nin pek çok yerinde kuruluyor bu kamplar ve binlerce ülkücü genç bu kamplarda hem teorik hem de fiziki eğitim alıyor. Adı üstünde komando kampları. Bu kamplar, o dönem basında manşet de oluyor ancak bu kadar aleni olmasına rağmen engel olunmuyor.
Saldırıya hazırlık için toplantılar yapılması, kamyonlarla sopalar getirilip dağıtılması, polis tarafından zarar verilmesin diye yakalara takılan mavi kurdeleler, aleni olarak kurulan komando kampları...
Tüm bunlar alt alta dizildiğinde ve katliamın sonrasında yaşananlara bakıldığında bir organizasyon fikri ortaya çıkıyor.

"Dosya yeniden açılmalı, soruşturma başlatılmalı"

Katliamın ardından neler yaşandı? Yasal süreç nasıl işledi?
Katliamın ardından sadece dört kişiye dava açıldığı bunlardan ikisinin tutuklandığı bilgisi var. Tutuklananlar, katliama ilişkin fotoğraflarda açıkça elinde bıçak öldürme olayına karıştığı görülen insanlar.
Bu nedenle tutuklanmak zorunda kalıyorlar zaten. Ancak daha tutuklanmalarının üzerinden birkaç ay geçmeden onlar da serbest bırakılıyor. Demek ki bu olayı tertipleyenlerin, olaylara karışanların bir yerlerde hamileri var. Bunu görmemek mümkün değil.
Ortaya çıkan yeni bilgiler ışığında Kanlı Pazar dosyası yeniden açılmalı ve soruşturulmalı. Bu da ancak Kanlı Pazar'ı gündemde tutmakla mümkün olabilecektir.
Kitapta Kanlı Pazar öncesindeki provokasyonlardan da bahsediyorsunuz, bunları özetleyebilir misiniz? Provokasyonların ardında neler vardı ve en çok hangi yöntemler kullanılıyordu? Basının rolü neydi? O dönem provokasyona destek veren basın kuruluşları, gazeteciler ve yazarlar kimlerdir? Hangi görüşteydiler?
1970'li yıllarda da tanığı olduğumuz, "Komünistler camiye bomba koydu" provokasyonunun ilki o dönem İzmir'de gerçekleştiriliyor. Bunun bir provokasyon olduğu daha sonra açığa çıkıyor zaten. Bombayı koyan kişi polis ajanı.
O dönem polis ajanları solcu gençlik içerisinde de faaliyet yürütüyor. Gençliği aşırı eylemlere sürüklemeye çalışıyor. Örneğin bir ajan 6. Filo'yu protesto için kendisini yakacağını dahi açıklıyor ve bu durum gazetelere de yansıyor. Kitapta bu ajan faaliyetleri ve provokasyonlar anlatılıyor.
Kanlı Pazar'la birebir bağlantılı provokasyon ise katliamdan dört gün önce 12 Şubat'ta gündeme geliyor. 12 Şubat günü Mehmet Şevket Eygi'nin çıkardığı Bugün gazetesi, neredeyse ilk sayfanın tamamını kapsayacak şekilde "Komünistler Kuleye Kızıl Bayrak Çekti" haberi yapar. "Beyazıt'taki yangın kulesine kızıl bayrak çekildi" olarak sunulan olay, Temmuz 1968'de 6. Filo'yu protesto eylemleri nedeniyle yaşamını yitiren Vedat Demircioğlu'nun resminin üzerinde bulunduğu bir kırmızı bayrağın çekilmesi hadisesiydi.
Sol/sosyalist kesimler, 6. Filo'ya karşı Demircioğlu'nun kendisini bayraklaştırmak istemişti. Ancak bu olay "kuleye kızıl bayrak çekildi" olarak sunuluyor ve birkaç gün sonra MTTB öncülüğünde "Bayrağa Saygı Mitingi" düzenleniyor. Bu mitingde "Ya Tam Susturacağız Ya Kan Kusturacağız" açıklamaları yapılıyor.  Hemen ardından, bir gün sonra da katliam gerçekleşiyor zaten.
10 Şubat tarihinden itibaren bir haftalık sağcı basını alıp önümüze koyduğumuzda bu katliamda basının rolü de çok açık ortaya çıkıyor zaten.
O dönemin en fazla satan gazetelerinden biri olan Mehmet Şevket Eygi'nin çıkardığı Bugün gazetesi bu gazetelerin en önde gideni. Bugün, İslami kimliğiyle bilinen bir gazete o dönemde. Gazetenin kendisi toplu namaz çağrıları yapıyor ve bu yolla kendi çevresinde bir cemaat oluşturmaya çalışıyor. İslamcıların önde gelen isimlerinden Necip Fazıl Kısakürek de Bugün gazetesinde köşe yazıları yazıyor.
Mehmet Şevket Eygi ve Necip Fazıl şahsında o dönemin sağcılarının, yani milliyetçilerinin ve İslamcılarının, Amerikancılıklarını da çok açık görebilmek mümkün. Oldukça açık bir biçimde Rusya'ya karşı ABD'nin yanında olmak gerektiğini belirtiyorlar ve 6. Filo'ya karşı protestoları eleştiriyorlar.
Kitapta Hür Düşünce Kulüpleri'nden de söz ediyorsunuz.
Hür Düşünce Kulüpleri de dönemin sağcı üniversite gençliğinin örgütlenmelerinden biri. Başını Hasan Celal Güzel çekiyor. Üniversitelerde solcu gençliğin kurduğu fikir kulüplerinin oldukça etkin faaliyetler yürütmesi nedeniyle sağcılar da kendi örgütlenmelerini oluşturmaya çalışıyorlar. Ülkü Ocakları'nın kuruluşu da Hür Düşünce Kulüpleri'nin kuruluşu da böyle gerçekleşiyor.
Komando kamplarının kuruluşunda da aynı saikler etkili oluyor sanırım.
Evet. Bizzat bu kampların kuruluşuna katılmış kişiler bu durumu açıklıyor. 1967'den itibaren solcuların üniversitelerdeki etkinliğini kırabilmek amacıyla Ülkü Ocakları'nın örgütlendiğini, komando kamplarında gençlere eğitim verilmesi fikrinin gündeme geldiğini anlatıyorlar. Türkeş o dönem "100 bin komando" yetiştireceklerini ve komünist tehdide karşı bu komandolarla barikat öreceklerini açıklıyor.
Kitapta bugünün Türkiyesi'nde varlığını koruyan temel siyasal ayrımların, 1960'larda gerçekleştiğini belirtiyorsunuz. Bunu açar mısınız?
Kitaptaki tezlerimden biri bu. Sağ ve sol terimleri siyasal literatürümüze büyük oranda o dönem giriyor ve bugünkü anlamlarını kazanıyor. Daha önce bu kadar yoğun kullanılmıyor o terimler.
Gerginliğin tarafları ise komünistler ve milliyetçi mukaddesatçılar olarak adlandırılıyor. 1960'larda milliyetçi mukaddesatçılar, milliyetçiler ve İslamcılar olarak ayrışıyor ve ayrı örgütlenmelerini oluşturuyorlar. Hatta bu ayrışmanın ardından milliyetçilerle İslamcılar MTTB yönetimi için çekişiyorlar. İslamcılar galip geliyor. Bu nedenle MTTB'yi ele alan yazı ve kitaplar "Bozkurttan Kur'an'a" benzeri başlıkla taşır.
Solcular da bu dönemde Türkiye İşçi Partisi (TİP) etkinliğindeki Sosyalist Devrimciler ve Mihri Belli'nin başını çektiğinin söylenebileceği Milli Demokratik Devrimciler (MDD) ayrışmasını yaşıyor.
Sosyalist Devrimciler Türkiye'nin önündeki aşamanın sosyalist devrim aşaması olduğunu ifade ederken, MDD'ciler ise sosyalist devrimden önce Milli Demokratik Devrimi gerçekleştirmek gerektiğini, bu devrimi de işçi sınıfının yanı sıra bütün bağımsızlıkçı kesimlerin özellikle de asker sivil aydın zümrenin de aralarında bulunduğu bağımsızlıkçı tüm kesimlerin gerçekleştireceğini savunuyorlar.

"Cuntacı demek kolaycılık"

MDD'cilerin asker sivil aydın zümreye verdiği önemin, onların bugün "cuntacı" olarak adlandırılmasına neden olduğunu söylüyorsunuz.
Evet. Ancak 1960'lar solunun tamamını ve tüm süreçlerini "cuntacı" veya "Kemalist" olarak adlandırmak kolaycılıktır. Günümüzün İslami tandanslı yazarları, AKP'nin Türkiye'deki paletli, postallı bürokratik vesayete karşı yürüttüğü ileri sürülen çekişmenin de etkisiyle bu kolaycılığa düşüyor.
Bugünün "ordu göreve" pankartı ardında yürüyenlerini solun tamamı olarak göstermek ve solun tüm tarihini de bundan ibaretmiş gibi sunmak haksızlık olur. Solun önemli kesimlerinin o dönem "Doğu Mitingleri", "Doğu Gecesi" tertiplediğini düşünmek bile bu haksızlığı anlaşılır kılmak için yeterlidir.
Sol içerisindeki bir diğer ayrışma da Doğu Mitinglerinin de etkisiyle ortaya çıkıyor zaten. Kürt gençleri tarafından Devrimci Doğu Kültür Ocakları kurulmaya başlanıyor ve milliyet temelli bir ayrım yaşanıyor.
Dönemin solcu gençlik hareketlerini, dinamikleri eğilimleri, düşünceleri nasıl tanımlayabiliriz? Karakteristik özelliklerini ve çıkışını anlatabilir misiniz? Tepki en çok neye yöneliyordu ve temel talepler neydi? Bugünle karşılaştırdığımızda neler söyleyebiliriz solcu hareketlerle ilgili?
Solcu gençliğin 1960'ların başından 1960'ların sonuna olan seyrini ana hatlarıyla Kemalizmden sosyalizme, sosyalizmden de radikal devrimci hareketlere doğru özetlemek mümkün.
1960'ların başlarında Mustafa Kemal'in ilkelerinin bekçisi olduğunu söyleyen bir gençlikle karşı karşıyayız. 1968'de Deniz Gezmiş adının öne çıktığı "Samsun'dan Ankara'ya Mustafa Kemal Yürüyüşü" bunun en bariz örneklerinden birisi olarak görülebilir. 1965'ten sonra, TİP'in de etkisiyle sosyalizm gençlik içerisinde giderek etkinlik kazanıyor. Gençlik, Mustafa Kemal'in ilkelerini sosyalist ideallerle beraber ele almaya başlıyor ve kendisini sosyalist olarak nitelendirmeye başlıyor.
TİP etkisindeki sosyalist devrimciler sosyalizmi öne çıkarırken, MDD'ciler ise bağımsızlık temasını öne çıkarıyor bu dönemde. Kendi aralarında çekişmeler de yaşanıyor. Ancak 1969'a gelindiğinde gençlik TİP etkisinden de Mihri Belli gibi MDD'nin önde gelen isimlerinin etkisinden de önemli oranda çıkıyor ve radikal silahlı devrimci hareketlere doğru yöneliyor.
THKP-C, THKO, TİKKO, TİİKP'in kuruluşları böyle gündeme geliyor. Bu dönemde artık kendisini "devrimci" olarak nitelendiren gençliğin açıklamalarında hala milliyetçi refleksler görmek mümkün, ancak bu milliyetçiliği sağın ülke içerisindeki azınlıklara, farklı milliyetlere yönelik milliyetçiliği ile bir tutmak mümkün değil.
Solun o dönemki milliyetçiliği, Kemalizmin de etkisiyle ortaya çıkmış olan emperyalizme karşı bağımsızlıkçı tavır alış olarak görülebilir. Mahir Çayan'ın Kemalizme yönelik bu tahliline kitapta da yer verdim. Solun oldukça önemli bir kesimi Kemalizme ve bu milliyetçi tutuma karşı daha mesafeli artık, ancak ortaya konulmuş ciddi bir hesaplaşma olduğunu söylemek mümkün değil.
Kanlı Pazar'ın sonrasındaki döneme etkisi ne oldu? Sol ve sağ hareketlerin şekillenmesinde, devlet politikalarının belirlenmesindeki rolü neydi?
Kanlı Pazar, Türkiye tarihinde hesaplaşılmayı bekleyen katliamlardan biri. Hatta kitlesel katliamlardan ilki olarak görülebilir. O hesaplaşma yapılabilseydi, belki de bugün Hrant Dink davasında bu kadar pervasız olamayacaklardı.
Kitabın sonunda da belirttim, evet Kanlı Pazar bir katliamdır, sorumluları açığa çıkarılmalı ve yargılanmalıdır ancak bu yeni Kanlı Pazarların yaşanmasına engel olmak için yeterli değildir.
Bu hesaplaşma 1960'lı yıllarda ortaya çıkmış olan siyasal kimliklerin kendilerine de yönelmek zorundadır. Kanlı Pazar'a ve Kanlı Pazar özelinde 1960'lı yıllara bakıldığında milliyetçilerin ve İslamcıların olduğu kadar solun da bir muhasebe yapabilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Sonsöz'de de belirttiğim gibi; milliyetçiler ırkçılık ve kontrgerilla iddialarıyla, İslamcılar milliyetçilerle bağları, Amerikancılıkları ve iflah olmaz antikomünist tutumlarıyla, solcular Kemalizmle akrabalıkları, cuntacılarla ilişkileri ve milliyetçi refleksleriyle hesaplaşabilmeli... Kitabımın bu yönde bir hesaplaşma çağrısı olduğunu söyleyebilirim. (AS/IC)
KAYNAK:BİANET

Engin Çeber'in Babası "Sen Allah mısın?"


Engin Çeber’in babası isyan etti

18 Şubat 2012 Cumartesi, 06:25:29


Zülfikar Ali AYDIN / GAZETE HABERTÜRK


Metris Cezaevi’nde işkence sonucu öldürülen Engin Çeber’in babası Ali Tekin, Türkiye’yi terk edip yerleştiği Londra’da Habertürk’e konuştu.

İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nde İçişleri ve Adalet Bakanlığı’na 750 bin liralık maddi ve manevi tazminat davası açan Tekin, kendilerine 36 bin TL tazminat ödenmesi yönündeki bilirkişi kararının şok etkisi yarattığını söyledi. Tekin, “Keşke ölseydim de duymasaydım. Şok oldum. Utandım. Annesi şeker ve tansiyon hastası olduğu için söyleyemedik. Nasıl söylerim ‘Engin’e bu kadar değer biçmişler’ diye. Ne kadar yaşayacağını bile yazmışlar rapora.
Engin Çeber ölüme böyle gitti...

HAŞA; SEN ALLAH MISIN?
Haşa; sen Allah mısın? Nasıl hesap yapıyorlar onu da bilmiyorum. Bunu yazanların hiç ailesi, çocuğu yok mu? Hiç bunu düşünmüyorlar mı? Lanetliyorum...” dedi. Tekin olaydan sonra soyadlarını değiştirmek zorunda kaldıklarını da belirterek yaşadıklarını da şöyle aktardı: “Engin bir dergi satıyordu. Kendi görüşleri vardı, bir şeylerle uğraşıyordu. Engin bu ülkeye askerlik yaptı. Geldikten sonra sürekli evimiz basılıyordu.
Engin’den küçük iki oğlum daha vardı. Erdal ve Erdem. Polisler Erdal ve Erdem için de ‘Bunlar da terörist. Bunlar da dergi satıyor mu’ diye soruyordu. Ben de soyadımı değiştirdim. Sonra yurtdışına çıktık. Büyük oğlum Erdal, Amerika’ya iltica etti. Erdem ve kızım Şerife de burada, İngiltere’de yaşıyorlar. Oturma izinleri var. İlticacı değiller.” Tekin, “Ben ülkemi seviyorum, burada Güneş’e hasretiz. Türkiye’de hukuk ve adalet olduğuna inansam, zaten burada yaşamam” diye konuştu.
BİLİRKİŞİ: BENİ DE TATMİN ETMEDİ AMA...
Engin Çeber hakkındaki tartışılan bilirkişi raporunu veren Nail Karakaş ise Habertürk’e yaptığı açıklamada raporun kendisini de tatmin etmediğini anlattı “Engin Çeber çok vahim ve beni yaralayan bir ölüme kurban gitti. Verdiğim rapor beni de tatmin etmedi ama bilirkişi olarak Yargıtay içtihatlarını uygulamak zorundaydım” dedi. Karakaş şöyle konuştu: “Çeber’in yaşam süresini hesaplarken kullandığımız nüfus kayıt tablosu 1931 yılına ait.
Bilirkişi olarak uygulamak zorunda olduğumuz Yargıtay içtihatlarıyla ortaya çıkmış aktüel hesaplama yöntemleri ve kuralları var. Buna uymama şansım yok. Benim yaptığım işlem bir değer biçme değil. Mahkeme manevi tazminatı takdir ederken Çeber Ailesi’nin yaşadığı acıyı da gözönünde bulunduracaktır.”

Gözaltına alınanların ne yapması gerekiyor?



Çağdaş Hukukçular Derneği, baskınları ve operasyonları dikkate alarak gözaltı, ev araması ve tutuklama süreçlerine maruz kalındığında yapılması gerekenleri kapsayan bir eğitim paneli gerçekleştirdi.
Çağdaş Hukukçular Derneği İstanbul Şubesi, neredeyse gün aşırı yaşanan ev baskınları, gözaltılar ve operasyonları dikkate alarak sürece maruz kalanların yapması gerekenler ve şüpheli haklarını kapsayan bir eğitim paneli düzenledi. "Muhalifseniz, olağan şüphelisiniz" diyen ÇHD, bu kapsamda bir dizi eğitim gerçekleştirecek.
İstanbul Barosu Orhan Adli Apaydın Salonu’nda gerçekleşen ilk eğitimde ÇHD İstanbul Şube Başkanı Taylan Tanay, gözaltı, ifade tutanağı, arama kararı, delil gibi birçok kavramı da açarak sinevizyon eşliğinde ilk aramadan mahkemeye kadarki süreçte neler yapılması gerektiğini anlattı.
"Gözaltına alındığınızı bir yakınınıza haber vermek zorundasınız"
Gözaltı gerçekleştiğinde bir yakına haber vermenin zorunda olduğunu belirten Tanay, "Gözaltına alındığınızda sizin belirleyeceğiniz bir yakınınıza gözaltına alındığınızı haber vermek zorundalıktır. Bu hakkın kullanımıyla kayıt dışı gözaltına ve gözaltında kötü muameleye engel olabilirsiniz. 90’larda kayıt dışı gözaltılar hayli yaşandı. Yeni CMK’da sizin belirleyeceğiniz bir yakına haber verme hakkınız var" diyen Tanay, yakalama ile gözaltına alınma arasındaki farkı tarif etti.
"Gözaltı süreleri 4 günden fazla olamaz"Tanay, "Yakalandınız, hemen Cumhuriyet Savcısına haber verirler. Savcı iki işlem yapar, ‘Ya serbest bırakın ya da gözaltına alın’ der. Gözaltı işlemi böyle başlıyor. Gözaltı süreleri önemlidir, ihlali de 141. Madde uyarınca tazminat doğurur" dedi. Gözaltı süresinin 24 saat olduğunu söyleyen Tanay, "Gözaltına alınan, 24 saat sonra adli merci önüne çıkarılmak zorundadır. Ancak Özel Yetkili Mahkemelerde süre 48 saattir. DGM kapsamına giren suçlar açısından da gözaltı süresi 4 günden fazla olamaz. Her süre uzatımı kararı tebliğ edilir, avukatınız buna itiraz edebilir" şeklinde dile getirdi.
"Neyle suçlandığınızı söylemek zorundalar"
Gözaltına alınan kişiye neyle suçlandığının söylenmek zorunda olduğunu belirten Tanay, "Gözaltında neyle suçlandığınızı söylemek zorundalar. Bir avukatın hukuki yardımından faydalanabileceğinizi hatırlatmak zorundalar. Susma hakkı yasal bir haktır. Avukat istemek haktır. Teşhis, yer gösterme, ifade alma işlemlerinde de avukat bulunmak zorundadır. Kimsenin duyamayacağı bir biçimde avukatla görüşme yapabilirsiniz" diyerek hakları tanımladı. Eğer Terörle Mücadele’de gözaltı söz konusuysa 24 saat avukatla görüşün yapılamayacağını belirten Tanay, "24 saat görüş yaptırmayarak hakkınızı engelliyorlar. Bu süre içinde kolluk ifade işlemi, yer gösterme ve teşhis işlemlerini yapamaz. Bu süreyi sadece operasyonun maiyeti açığa çıkmaması için bu tip gizlilik kararı aldıklarını söylerler ama avukat bulundurmak zorundasınız diyerek avukatsız işlemin yapılamayacağına dikkat çekti.
"Avukat seçiminiz çok önemli"Avukatla alınan ifadelerin kesin olduğunu belirten Tanay, "Artık avukatın huzurunda alınan ifade kesindir. Eğer avukatla hata yapıyorsanız durumunuz kötüdür. Avukatın tayini kritiktir" diyerek avukat seçiminde çok dikkatli olunması gerektiğini vurguladı. TEM’de bazı kadrolu avukatların olduğunu söyleyen Tanay, "Önce kişiyi yoruyorlar daha sonra TEM’in kadrolu avukatı ifade imzalıyor. Avukatınız değiştirmek isteseniz de maalesef ifade ve soruşturma işleminde sadece bir avukattan faydalanabiliyor" dedi.
"Doktora ne rahatsızlığınız varsa gösterin"Yakalandıktan hemen sonra mutlaka doktora götürülme zorunluluğu olduğunu belirten Tanay, "Doktorla yalnız görüşme hakkınız var, doktora ne rahatsızlığınız varsa gösterin. Gözaltına alış, götürülüş, gözaltı süresinin uzatılma süreçlerinde dahi doktora çıkarmak bir zorundalıktır. Doktor işkencenin, kötü muamelenin belgelenmesinde önemlidir. Doktor emniyet ekiplerini içeride tutamaz, eğer böyle olursa doktorun ismini kaydedip İstanbul Tabip Odası’na şikayet edin. Kadınlar için de kadın doktor istenebilir" diyerek doktor aşamasında bulunan haklara değindi. Tanay, nakil işlemlerinde kelepçe takılamayacağını da vurguladı.
"Gözaltında özgeçmiş vermeyin"Gözaltında hangi işlemlerin yapıldığını dile getiren Tanay, "Gözaltında yapılan işlemlerde ifade, teşhis ve yer gösterme işlemleri yapılır. Bu işlemlerden önce avukatınızla görüşebilirsiniz. Size sorulacak ve isnat edilecek suçlamalara susabilirsiniz. Haklarınız hatırlatılmamış, okumanıza izin verilmemişse, anlayamayacağınız hukuk cümleleri varsa tutanakları imzalamayın. Hükümlülüğü yok, imzalamak zorunda değilsiniz" dedi. Teşhiş tutanağını da imzalama zorundalığı bulunmadığını belirten Tanay, "Tutanakların tamamı okunamıyor ve size bir sureti verilmiyorsa imzadan imtina edebilirsiniz. Kimliğinize ilişkin sorulara doğru cevap vermek zorundasınız. Kimlik bilgileri derken sadece kimlikte bulunan bilgilerdir. Özgeçmiş vermeyeceksiniz" dedi.
"Önce sorular sorulacak, sonra susma hakkı kullanılacak"Bazı dosyalara konulan gizlilik kararlarından ötürü gözaltına alınma gerekçesinin öğrenilememesine değinen Tanay, "Gizlilik kararı alındığında neyle suçlandığını bilemiyorsunuz. CMK uyarınca size isnat edilen suçlar için bu soruların hepsi tek tek sorulacak ki ben neyle suçlandığımı bilerek susma hakkımı kullanayım. Önce sorular sorulacak sonra susma hakkı kullanılacak. Tutanağı imzalamak zorunda değilsiniz, yasal haktır. Şerh düşebilirsiniz. Ayrıca tutanakların avukatlara verilmesi gerekiyor" diye konuştu.
"Gözaltında kollukla sohbet etmeyin"Gözaltı esnasında kolluk kuvvetlerinin ‘sohbet’ adı altında konuşturmaya çalıştığını söyleyen Tanay, "Kollukla hiçbir arkadaşlık kurmayın, yasal değildir. Sohbet, görüşme, mülakat gibi şeyler yasa dışıdır. Avukatınız sizinle gözaltı esnasında dilediğiniz kadar görüşebilir. Polis kanuna aykırı vaatte bulunamaz, işkence yapamaz" dedi.
Arama işleminde neler yapılması gerekir?
"Üstünüzde, evinizde, işyerinizde arama gerçekleşir. Kapalı mekanlarda gündüz arama yapmak zorundadırlar. Güneşin doğumundan 1 saat önce ile batışından 1 saat sonra arasında arama yapılabilir. Kolluk sabahın ilk saatlerinde arama işlemi yapar, bir suçüstü hali söz konusuysa gece de arama yapılabilir" diyen Tanay, arama işleminin mutlak suretle kararla gerçekleştiğini belirtti. Arama kararında, ‘Adrese, suç eşyasının ne arandığına ve aramanın süresine' bakılması gerektiğini belirten Tanay, "Kolluk kapınızı çaldığınızda arama kararında adres, saat ve suç kontrol edin. Aramada Avukat, savcı, muhtar ya da iki komşu bulunması gerekiyor. Arama işlemine hemen başlatmayın, eğer avukatınız 15 dakika içinde gelecek derseniz beklemek zorundadır kolluk kuvvetleri. Galoş giymelerini isteyin ya da ayakkabılarını çıkarsınlar. İstedikleri zaman istedikleri odayı da arayamazlar" dedi.
"Kitaplara el konulacaksa, toplatma kararlarını isteyin"Arama işleminde kontrollü davranmak gerektiğini ve 'delil koymaları' engellemek için dikkat etmek gerektiğini ifade eden Tanay, "Arama işlemine başlarken kontrolünüz altında olması gerekiyor. Her odaya birer birer girecekler. Yeterli sayıda kolluk personeli içeride olabilir. Eğer birden fazla polis varsa bir yerlere bir şey koyabilirler. Arama esnasında hiçbir eşyaya dokunmayın. Eşiniz, kardeşinizle mektuplarınız varsa da el koyamazlar" diyerek aramada her şeye el konulamayacağını anlattı. "Aramada her şeye el konulamaz. Kitaplara el konulacaksa, toplatma kararlarını isteyin. Arama işlemi bu şartlar altında yapılır. Tutanak tutulur, okuyun. Gerçeği yansıtıyorsa imzalayın. İmza atmıyorsanız gerekçelerini altına yazın" diyerek arama sürecinde yapılması gerekenleri anlattı.
"Bilgisayarınızı alıp götüremezler, bilgileri kopyalamak zorundalar"Bilgisayarlar üzerinden elde edilen ‘delillere’ değinen Tanay, "Bilgisayarlarda her veri transferleri hangi silici programı kullanırsanız kullanın geri dönüşümle elde ediliyor. Son dönemlerde gözaltına alınanlar için bilgisayarlar delil oldu. Bilgisayarın zaptı için ayrı bir karar olması gerekiyor. Bilgisayarınızı alıp götüremezler, bilgileri kopyalamak zorundalar, imajını almak zorundadırlar" dedi. Polisin savcılık talimatıyla bilgisayarı alıp götürebildiği durumların da yaşandığını söyleyen Tanay, "Bilgisayarın imajını aldıktan sonra size teslim etmek zorundalar. Polisin yedeklediği bilgiler neyse, kendi çıkarttığı imaj neyse onun aynısını vermek zorundadır. Mesela Abdullah Öcalan’ın indirilmiş bir videosu, Kandil’de gerilla görüntüleri vs. delil olabiliyor. Arama işlemi için alınan karara itiraz etme ve tazminat isteme hakkınız da bulunuyor" dedi.
"Savcılıkta da susma hakkınız var"Savcılıkta da susma hakkının kullanılabileceğini belirten Tanay, "Gözaltında yaşadıklarınızı savcıya anlatabilirsiniz. Savcılıkta da susma hakkınız var. Birden fazla savcı aynı işlemi sürdürürken karar verecek olan soruşturma savcısıdır. Savcı ifadelerden sonra ya serbest bırakır ya da mahkemeye tutuklama istemiyle sevk edilir. Savcının serbest bırakması hakkınızda dava açılmadığı ya da açılmayacağı anlamına gelmez" diyerek savcılık sürecine değindi.
"Her işleme itiraz hakkınız var"Tutuklama kararına 7 gün içinde itiraz edilebildiğini belirten Tanay, "Tutuklanınca 7 gün içinde itiraz edebiliyorsunuz. Ayrıca her aşamada tahliye edilmenizi talep edebilirsiniz. Her işleme itiraz hakkınız var. İtiraz ettikçe fark yaratmış olursunuz, kolluğun oluşturmaya çalıştığı standardı bozmuş oluruz. İtiraz ederken çok ayrıntılı yazmayın. Çünkü daha sonra delil diye dosyaya konuluyor" diyerek hukuki prosedür olarak yapılması gerekenleri anlattı.
(soL – İstanbul)

Çizgi roman sayfalarından meydanlara: V for Vendetta




V for Vendetta adlı çizgi romanla dünya genelinde ünlenen maskeler, son aylarda pek çok protesto hareketinde kullanılıyor.

Keskin, üçgen hatlı, hınzırca gülümseyen suratlı maskeler, aslında ilk kez 1982 yılında yayınlanan V for Vendetta çizgi romanından esinleniyor.
Wall Street'i işgal eylemleri başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerindeki 'işgal' gösterilerinde, Ticarette Sahteciliğin Önlenmesi Anlaşması'nı (ACTA) protesto eylemlerinde hatta Scientology hareketini protesto gösterilerinde; ayrıca Anonymous gibi bilgisayar korsanı gruplar aynı maskeyi benimsemiş görünüyor.
Çizgi roman, maskeli bir anarşistin, faşist bir İngiliz hükümeti ve onun işbirlikçisi olan medyayı devirme girişimini konu alıyor. Çizgi romanda kullanılan maskenin esin kaynağı ise aslında çok daha gerilere, 400 yıl öncesine dayanıyor.
V for Vendetta'nın yazarı İngiliz Alan Moore, maskenin eserdeki yeri ve Anonymous gibi gruplara esin kaynağı olması konusundaki görüşlerini BBC ile paylaştı.



Abartmış olmak istemem, ama V for Vendetta evreninde her şey gelip Northampton bölgesine dayanıyor. V for Vendetta maskesinin küresel protesto hareketlerince çok amaçlı bir simge olarak benimsenmiş olması da buna istisna değil.
Rushton Üçgen Köşkü, nev-i şahsına münhasır bir kişi olan ve Katolik inancı dolayısıyla ev hapsine mahkum edilen Sör Thomas Tresham'ın, Kutsal Üçlü'yü simgelemesi için 17. yüzyılın başlarında yaptırdığı sıradışı bir yapıydı.
1605'te (parlamentoyu havaya uçurup Kral'ı öldürmek için kurulan) Barut Komplosu planları, aralarında Tresham'ın oğlunun da olduğu bir grup muhalif Katolik tarafından Northampton'da Tresham'ın sahip olduğu bu ve bir diğer evde yapıldı.
Tresham'a yapılan muamelenin de, bu pervasızca planların fitilini ateşleyen unsurlardan biri olduğu söylenebilir.
(Protestan İngiltere'de) 1600'lerin başlarında, Kasım ayı başlarında şenlik ateşleri yakılarak yapılan kutlamalar bir tür Anti-Katolik eylem havasında geçiyor, Papa kuklaları ateşe veriliyordu.
Ancak Komplo'nun elebaşı Guido Fawkes, kısa sürede yakılacak 'nefret maskotu' olarak Papa'nın yerini aldı.

20. yüzyıldan bakınca...

300 yıl ileriye atladığımızda, 1950'lerin savaş sonrasını yaşayan yılgın İngiltere'sinde bu ekşi suratlı isyancıya atfedilen anlam, farklı çağrışımlar içermeye başladı.
Anne-babalar çocuklarına Guy Fawkes ve onun parlamentoyu havaya uçurma girişimini anlatırken, seslerinde belli belirsiz bir hayranlık sezilir oldu; en azından Northampton'da....
O yılların çocukları belki Fawkes'u kahraman olarak görmüyordu, ancak daha öncesindeki gibi iblisleştirilen bir şamar oğlanı olmadığı da açıktı.
V for Vendetta'yı oluşturan fikirlerimiz, 1980'lerde İngiltere'nin dört bir yanı Thatcher aleyhtarı eylemlere ve aşırı sağcı Ulusal Cephe'nin kaygı verici yükselişine sahne olduğu sıralarda şekillenirken, çizgi romanın gelişim süreci Guy Fawkes'un potansiyel devrim kahramanı kimliğini bir anlamda teyit etmiş oldu.
Guy Fawkes maskesini "faşist devlete karşı tek başına savaşan adam" baş karakterimiz için kullanma fikri, çizgi romanın çizeri David Lloyd'dan çıktı.
Bu fikir heyecanla karşılanınca, üzerinde çalışmak için genelde sonbahar aylarında her yerde bulunan karton Guy Fawkes maskelerinden bir tane edindi.
Bizi çok şaşırtan (ama belki ortamın bu kadar gergin olması nedeniyle anlaşılabilir) bir şekilde, o yıl Guy Fawkes maskesi yerini Amerikan cadılar bayramı kutlamaları için üretilen yeşil plastik Frankenstein maskelerine bırakmaya başladı.
Aynı şekilde 5 Kasım'daki 'Guy Fawkes Gecesi' yerine daha nötr çağrışımları olan 'şenlik ateşi gecesi' adı, daha çok kullanılır oldu.
Alan Moore ve David LLoyd'un eseri ilk olarak 1982'de basıldı
1980'lerde hükümetin hala maske ve orijinal çağrışımları konusunda herhangi bir kaygısı var idiyse bile, 21. yüzyılda film sektörü bu hikayeyi 'anarşi' ya da 'faşizm' sözcüklerinin metnin hiç bir yerinde geçmediği, Amerikan yeni muhafazakarların 11 Eylül sonrası yükselişi fonunda geçen bir hikaye olarak yeniden şekillendirmeye yöneldiğinde, bunlar da ortadan kalkmış olmalı.
Film, terörle mücadele yasalarının zirve yaptığı bir ortamda çekildi ve anlaşılan Hollywood'un altın dokunuşu, İngiliz yetkilileri ülkenin en ünlü teröristi kılığındaki figüran güruhlarının Parlamento önünde toplanmasına izin vermeye ikna etmeye yeterli oldu.
Bunun ardından, Time Warner'ın markasını bastığı karakterin gizemli maskesinin Londra'daki Tottenham Court Road'da, Scientology grubu üyelerine karşı düzenlediği eylemlerde ortaya çıkması pek vakit almadı.
Kısa süre sonra maske bu kez, küreselleşme karşıtı gösterilerde, kapitalizm karşıtı protestolarda, eşgüdümlü bilgisayar korsanlığı eylemlerinde ve nihayet St Paul Kilisesi merdivenlerinin dibinde, işgal eylemcileri arasında ortaya çıktı.
Görünüşe bakılırsa, ekonomik ve toplumsal sistemlerimizin derinliklerinde meydana gelen tektonik çöküntüler bu kez deniz suyunda değil, halklar genelinde kinetik enerji dalgaları oluşmasını tetikledi.
Yine görünüşe göre, karakterimizin esrarengiz sırıtışı, davasına bağlı eylemciler için bürünmeye hazır bir kimlik sundu. Bu kimliğin anarşi, romantizm, drama çağrışımlarını kendinde birleştirmesi, belli ki Madrid'deki Indignado'lardan Wall Street'tekilere çağdaş eylemcilik ruhuna son derece uygun düştü.

Bankalar dokunulmaz bir monarşi gibi

Varolan mali değerler sistemimiz, artık geleneksel kapitalizme bile benzemiyor; ki bu kapitalizm ne kadar tek taraflı ve adaletsiz olursa olsun en azından Darwin teorilerini andırır bir acımasızlıkla verilen ve herkesin dahil olduğu bir mücadeleyi ifade ediyordu.
Şimdiyse bunun yerine, daha çok I. Charles'ın hovarda saray hayatına benzeyen; bankaların, hükümetin getirdiği sınırlamaların ilişemediği dokunulmaz bir monarşi haline geldiği bir düzen var.
O zamanlar yoksulların ahlaka sığmaz şekilde ihmali ve orta direğin ezilmesi, Oliver Cromwell ve İngiliz iç savaşıu şeklinde kendini gösteren korkunç ve beklenmedik tepkiye dönüştü; ki bu savaş kanlı bir şekilde Northampton'da (kraliyetin yenilgisi ile) sonuçlandı.
Günümüzde benzer baskı ve eziyetlere verilen tepki zekice, sürekli evrilen ve çok daha insani bir nitelikte... Her ne kadar günümüz isyanlarının gücü baruttan değil internetteki sosyal ağlardan geliyor olsa da, karakterimizin sunduğu Katolik devrimci çehresi ve buna aykırı düşen Püriten esvabı, yine de 17. yüzyılın tekinsiz hortlaklarının adil olmayan kurumlar için hala korkulu rüyalar yaratabileceğini düşündürüyor.
Bazı ruhlar hiç bir zaman peşinizi bırakmıyor.
30 yıl önce ortaya attığımız o distopik fantezide farazi olarak sunduğumuz düşüncelere gelince, bunların modern radikalizme sunabildiği her türlü faydayı çok tatmin edici bulduğumu itiraf etmesem, yalan olur.
Siyasi geleceğimiz konusunda son derece dayanaksız bir öngörü için, bu yaşananlar validasyon'un V'si (doğrulama) gibi görünüyor.

KAYNAK: BBC